Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan
Manzaraları Şiiri
Nâzım Hikmet, Türk şair ve
yazardır. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül
almıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin
en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20.
yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.
Memleketimden İnsan Manzaraları
Atlantiğin dibinde upuzun
yatıyorum, efendim,  
                               
Atlantiğin dibinde  
                                     
dirseğime dayanmış.  
Bakıyorum yukarıya:  
bir denizaltı gemisi görüyorum, 
yukarıda, çok yukarıda, başımın
üzerinde,  
yüzüyor elli metre derinde,  
balık gibi, efendim,  
zırhının ve suyun içinde balık gibi
kapalı ve ketum.  
Orası camgöbeği aydınlık.  
Orda, efendim,  
orda yeşil, yeşil,  
orda ışıl ışıl,  
orda yıldız yıldız yanıyor
milyonlarla mum.  
Orda, ey demir çarıklı ruhum, 
orda tepişmeden çiftleşmeler,
çığlıksız doğum,  
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, 
orda bir hamam tasının mahrem
şehveti,  
mahrem şehveti efendim,  
                       
gümüş kuşlu bir hamam tasının   
ve koynuna ilk girdiğim kadının
kızıl saçları.  
Orda rengarenk otları, köksüz
ağaçları  
                       
kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının,  
orda hayat, tuz, iyot,  
orda başlangıcımız, Hacıbaba, 
                           
orda başlangıcımız  
ve orda hain, çelik ve sinsi  
                       
bir denizaltı gemisi.  
400 metroya kadar sızıyor ışık. 
Sonra alabildiğine derin  
         
alabildiğine derin karanlık.  
Yanlız ara sıra  
                 
acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde  
                                                            
ışık saçarak.  
Sonra onlar da yok.  
Artık dibe kadar inen  
     kat kat
kalın sular kati ve mutlak  
                                  
ve en dipte ben.  
Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, 
upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin 
                                 
dirseğime dayanmış,  
                                 
bakıyorum yukarlara.  
Avrupa Amerika' dan Atlantiğin
yüzünde ayrıdır  
                                            
dibinde değil.  
Gazgemileri gidiyor yukarda, çok
yukarda, birbiri peşi sıra.  
Omurgalarının altını
görüyorum,     
                            
omurgalarının altını.  
Dönüyor keyifili keyifli
pervaneleri.  
Dümenleri ne tuhaf suyun içinde 
İnsanın tutup tutup kıvırası
geliyor.  
Köpekbalıkları geçti gemilerin
altından,  
karınlarını gördüm  
                
ağızları da orda.  
Gemiler şaşırdılar birdenbire, 
herhalde köpekbalıklarından değil. 
Denizaltı gemisi bir torpil attı,
efendim  
                                            
bir torpil.  
Gemilerin dümenlerine baktım: 
telaşlı ve korkaktılar.  
Gemilerin omurgalarında imdat arar
gibi bir hal vardı,  
gemiler bir bıçak darbesinden en
yumuşak yerini  
                  
karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı.  
Denizaltılar birden üç oldular,
derken, altı, yedi, sekiz.  
Gazgemileri düşmana ateş açarak 
insanlarını ve yüklerini suya döküp
saçarak  
                                
batmaya başladılar.  
Mazot, gaz, benzin,  
tutuştu yüzü denizin.  
Bir alev deryasıdır şimdi yukarda
akan,  
yağlı ve yapışkan  
       
bir alev deryası efendim.  
Kıpkızıl, gömgök, kapkara,  
arzın ilk teşekkülü hengamesinden
bir manzara.  
Ve denizin yüzüne yakın suyun içi
allak bullak.  
Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. 
Yukardan dibe doğru inen
gazgemisine bak.  
Gece uykuda gezenler gibi bir hali
var:  
                                             
lunatik.  
Geçti kargaşalığı,  
girdi deniz dünyasının cennetine. 
Fakat durmadan iniyor.  
Kayboldu ıslak karanlıkta.  
Artık baskıya dayanamaz,
parçalanır.  
ve direği, efendim, bacası yahut 
                                  
nerdeyse yanıma düşer.  
Yukarda insanla dolu denizin içi. 
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar 
                         
tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba.  
Baş aşağı, baş yukarı,  
uzanıp kısalıyor, bir şeyler
aranıyor kolları bacakları.  
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye
tutunamadan  
         
onlarda iniyorlar dibe doğru.  
Birden bire bir denizaltı düştü
yanıbaşıma.  
Parçalanmış bir tabut gibi açıldı
köprüüstü kaportası  
ve Münihli Hans Müller dışarı
çıkıverdi.  
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan
önce  
                           
Münihli Hans Müller  
Hitler hücum kıtası altıncı tabur 
                        
birinci bölük  
                             
dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi.  
Münihli Hans Müller  
        
üç şey severdi:  
1-Altın köpüklü arpa suyu  
2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun
ve beyaz etli Anna.  
3-Kırmızı lahana.  
Münihli Hans Müller için  
                         
vazife üçtü:  
1-Çakan bir şimşek   
              
gibi mafevke selam vermek.  
2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 
3-Günde asgari üç çıfıt çevirip 
                          
sövmek silsilelerine.  
Münihli Hans Müller'in  
kafasında, yüreğinde, dilinde üç
korku vardı:  
1-Der Führer.  
2-Der Führer.  
3.Der Führer.  
Münihli Hans Müller  
sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 
                           
39 ilkbaharına kadar  
                                     
bahtiyar  
                                           
yaşıyordu.  
Ve Vagneryen bir operada do sesi
gibi heybetli  
Şarki Prusya patatesi gibi dolgun
ve beyaz etli   
                                                       
Anna'nın  
tereyağı ve yumurta krizinden
şikayet etmesine  
                                                       
şaşıyordu.  
Diyordu ki ona:  
-Bir düşün Anna,  
 yepyeni bir manevra kayışı
takacağım,  
 pırıl pırıl çizmeler
giyeceğim ben.  
 Sen beyaz ve uzun entari
giyeceksin,  
 balmumundan çiçekler
takacaksın başına.  
 Tepemizde çatılmış kılıçların
altından geçeceğiz.  
 Ve mutlak  
 hepsi erkek 12 çocuğumuz
olacak.  
 Bir düşün Anna,  
 tereyağı, yumurta yiyeceğiz
diye  
 top, tüfek yapmazsak eğer 
 yarın 12 oğlumuz nasıl
muharebe eder?  
Münihlinin 12 oğlu muharebe
edemediler  
çünkü doğamadılar,  
çünkü henüz, efendim, Anna'yla
zifaf vaki olmadan önce  
                                
bizzat harbe girdi Hans Müller.  
Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında 
                                
dibinde Atlantiğin  
                                     
benim karşımda durmaktadır.  
Seyrek sarı saçları ıslak,  
kırmızı sivri burnunda esef,  
       
ve ince dudaklarının kıyılarında keder.  
Yanı başımda durduğu halde  
yüzüme çok uzaklardan bakıyor, 
İnsanın yüzüne nasıl bakarsa
ölüler.  
Ben biliyoum ki, o bir daha
görmeyecek Anna'yı,  
ve artık bir daha arpa suyu içip 
                
yiyemeyecek kırmızı lahanayı.  
Ben bütün bunları biliyorum,
efendim,  
ama o bütün bunları bilmiyor. 
Gözü bir parça yaşlı,  
silmiyor.  
Cebinde parası var,  
çoğalıp eksilmiyor.  
Ve işin tuhafı  
artık ne kimseyi öldürebilir  
ne de kendisi ölebilir bir daha. 
Şimdi şişecek birazdan,  
yükselecek yukarıya,  
sular sallayacak onu  
ve balıklar yiyecek sivri burnunu. 
Ben   
Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba,
bunları düşünürken  
yanımızda peyda oluverdi  
        
Liverpul Limanından Harri Tomson.  
Gazgemilerinden birinde serdümendi. 
Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. 
Gözleri sımsıkı kapalıydı.  
Şişman ve matruştu.  
Bir karısı vardı Tomson'un:  
tavan süpürgesi gibi bir kadın, 
tavan süpürgesi gibi, efendim,
zayıf, uzun, titiz, temiz  
ve tavan süpürgesi gibi
münasebetsiz.  
Bir oğlu vardı Tomson'un:  
altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, 
tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı
papa mı sarı papa.  
Tuttum Tomson'un elinden.  
Açmadı gözlerini.  
"-Vefat ettiniz" dedim. 
"-Evet " dedi,
"İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için:  
Canım isterse, harp içinde bile
Çörçil'e sövmek hürriyeti  
ve canım istemese de aç kalmak
hürriyeti uğruna.  
Fakat değişecek hürriyette bu son
bahis,  
harpten sonra artık işsiz ve aç
kalacak değiliz.  
Planı hazırlıyor Lordlarımızdan
biri.  
Adalet: ihtilalsiz.  
Ben İngiliz İmparatorluğu'nu
dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil.  
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: 
buna Kenterburi başpiskoposu  
                 
bizim tredünyonun reisi  
                             
ve karım razı değil.  
Ay bek yur pardın.  
        
İşte bu kadar,  
                   
nokta, son."  
Sustu Tomson.  
Ve ağzını açmadı bir daha.  
İngilizler fazla konuşmayı
sevmezler,    
                     
hele hümoru seven ölü İngilizler.  
Tomson' la Müller'i yanyana
yatırdım.  
Şiştiler yan yana,  
yan yana yükseldiler yukarı doğru. 
Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, 
fakat dokunmadılar ötekisine, 
Hans'ın etiyle zehirlenmekten
korktular anlaşılan.  
Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, 
sen de hayvansın ama  
                     
akıllı bir hayvan...  
  
Nazım HİKMET (1902 - 1963)
0 comments:
Yorum Gönder
YORUMLARINIZI YORUMLAMA BİÇİMİNİ "ANONİM" SEÇEREK İSİM, MAİL ADRESİ VB. YAZMAK İLE UĞRAŞMADAN KOLAYCA YAYINLAYABİLİRSİNİZ. KÜÇÜK BİR TEŞEKKÜRÜN BİLE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ VE DEĞERLİ OLDUĞUNU UNUTMAYIN...